Paterson (2016 – Jim Jarmusch)
Bilmenin farkı bilmekle, var olmanın da farklı olmakla güçlü bir ilişkisini yakaladığımız için sanırım, düşünme sürecimiz “ayrımlar” yaparak gerçekleşiyor.. Örneğin, olup biten her şeyin sanat değeri taşıdığını, ama bunun epeyce farklı bir sanat ve epeyce farklı bir değer olduğunu hissettiğimizde, bir ayrıma ihtiyaç duyuyoruz.. Ben şimdilik buna “içkinlik” demeyi öneriyorum.. İşte bu film, üzerine çokça düşündüğüm ve deneyimlediğim böyle bir hali konu ediyor; içkin sanatı ya da sanatın içkin kavranışını..
Konuşabileceğimiz bir dünya incelik var bu anlatının içinde.. Yaşamla ya da kendimizle bağlantıda olmak, maneviyatı bir de buradan düşünmek, sıra dışı bir dikkatle “orada olmak” ve rutini olanaksız kılmak, dilerseniz minimalizm ile hafiflik arasında yahut söz ile kayıt-sızlık arasında bir yakınlık kurmak, dilerseniz bir otobüs şoförünün ya da bir şairin benliğini o yörenin hafızasıyla eş tutmak, vb..
Bütün bunların ve daha fazlasının toplaştığı bir yer var; şiir.. Ama başka bir ifade, başka bir deneyim, başka bir üretim de olabilirdi.. O yüzden diyorum; içkin sanat.. Çünkü burada film, bir sanat eseri olarak yalnızca kendini sunmuyor, aynı zamanda sanatın böylesi içkin bir halinin olanaklarına dair de ipuçları veriyor.. İşte burada heyecanlanıyoruz, hareketleniyoruz, kendi kaynağımızın beslendiğini hissediyoruz.. Bir alan açılıyor önümüze ve sormaya başlıyoruz: Nasıl mümkün oluyor? Yaratmak nasıl bir deneyim, yaratımın güçleri neler? Şair kime denir, şiirin malzemesi belirli midir? Basitçe, kibrit kutusundan yola çıkarak bir aşk şiirine nasıl varılır? Benzer şekilde, tekil bir taşra deneyimini evrensel bir ifadeye dönüştürmenin kaynağı nerededir? Yahut işte, her gün aynı yerden dökülen şelaleye her gün aynı yerden bakan gözlerin her seferinde yeni bir şeyler görmesi, nasıl mümkün?
Kısacası içkin bir düzlemde kavradığımızda, sanata ilişkin bildiğimiz temsiller ortadan kayboluyor, yerini yeni başka güçler ve olanaklar alıyor.. İşte bu atölye, böylesi olanakları soruşturmak isteyenler için.. Temsilleri yerinden etmeyi, çocukça hareketlerde bulunmayı, değerleri yeniden değerlendirmeyi sevenler için..
Dileyenlerle 3 Temmuz Pazar, saat 20.30’da zoom üzerinden görüşmek dileğiyle..
(Bu çalışma tamamlandı.. Fakat kayıtlar üzerinden dinlemeniz / izlemeniz mümkün.. Eğer kayıtlara erişmek isterseniz şu kısa formu doldurmanızı rica ediyorum..)
Benim Babam, Benim Oğlum (2013 – Hirokazu Koreeda)
Her şey değişiyor, biz fark etsek de fark etmesek de, hatta istesek de istemesek de, bu böyle.. Ama dönüşüm farklı bir şey.. Bir insanın dönüşümü daha da farklı.. Süregiden varsayımların, yaklaşımların, değerlerin ve duyguların sarsılması, dağılması ve yerine yenilerinin gelmesi.. Üstelik bütün bunların çok dramatik bir olayla ve birden bire gerçekleşmesi.. İşte bu filmde bir babanın başına gelenler ve dönüşümün kaçınılmazlığı..
Üç dönüşüm yaşanıyor babanın dünyasında.. Önce yüklerini fark ediyor; evvelden beri üzerinde taşıdığı ve taşımaktan da gurur duyduğu ağırlıklar.. İşin garibi, yük taşıma konusundaki dayanıklılığının ona gurur vermesi.. Hangimizde yok ki bu.. Ama işte bir olay, hafifliğe çağırıyor onu, yüklerinden arınmaya vesile oluyor.. Kutluyoruz..
İkincisi, babanın babalığında bir dönüşüm.. Her baba, önce çocuktur, öyle değil mi.. Çocukluğu deneyimlemiştir yani, biliyordur.. Baba olduğunda ise, bildiği öğrendiği her şey zamanla önüne gelir.. O vakit dirençlerini de görürüz babanın, kaçışlarını da.. Bizim hikayemizde baba “bildiği çocukluk”tan kaçmayı, dönüşmeyi başarıyor.. Çocukluğa ve bir çocuğa yaklaşımı da değişiyor..
İşte şimdi başka bir aile mümkün demeye başlıyor.. Zira doğanın yarattığı bir şey değildir aile, bir kurgudur.. Çokça söylendiğinin aksine bir yapı da değildir, belli belirsiz çizgileri vardır, o kadar; muhakkak ki geçişlidir, deliklidir, dinamiktir, çeşitlenebilirdir ve varyasyonlar içerir.. Biyolojik de olsa, tesadüfi de olsa, asolan duygular ve duygusal bağlardır.. Bunları yaşayarak öğreniyor baba, böylece aileye yaklaşımı da dönüşmeye başlıyor..
Buraya kadar her şey güzel.. Bir hikâyenin dönüşüme olanaklar içermesi başlı başına zaten bir değer.. Fakat ihmal edilen bir boyut var filmde, her şeye karşın ihmal edemeyeceğimiz bir boyut.. Yaşanan sıradışı olayda ve büyük dönüşümlerde çocuklar neredeyse birer nesne gibiler; olup bitenler arasında savrulan, yetişkinler dünyası içinde edilgin varlıklar gibiler.. İşte “bir fazlası” buradan başlıyor.. Çocuklar bu hikâyenin içine daha fazla dahil olsalardı, onları nerelerde nasıl ne şekilde görebilirdik, görmek isterdik? Onların da sesini duyabilseydik, varlıklarını hissetseydik, hangi süreçler daha farklı yaşanabilirdi? Çocukların tarafında yaşananları öne çıkarsak, acaba hangi tabular, kabuller, normlar çarpardı yüzümüze? Örneğin kolayca çözülen, hızlıca barış sağlanan, yetişkinler için mutlu sonlanan bu hikâye nasıl bitmez, başka bir şekilde nasıl devam ederdi?
Bir babanın dönüşümlerini hem psikolojik hem de toplumsal açıdan çözümlemek ve çocukluk konusu etrafında “bir fazlası” üzerine hep birlikte düşünmek için hazırladım bu atölyeyi.. Dileyenlerle 7 Haziran Salı akşamı saat 20.30’da zoom üzerinden görüşmek üzere..
(Bu çalışma tamamlandı.. Fakat kayıtlar üzerinden dinlemeniz / izlemeniz mümkün.. Eğer kayıtlara erişmek isterseniz şu kısa formu doldurmanızı rica ediyorum.)
Bal Ülkesi (2019 – Ljubomir Stefanov, Tamara Kotevska)
Kendiliğindenlik.. Yazıldığı gibi kolayca okunan bu sözcük, kendisiyle birlikte üç katmanlı bir gerçekliğe işaret ediyor.. Her bir katmanın da kendine has bir derinliği ve genişliği var.. Yani dalmaya da elverişli gezinmeye de.. Kendi, kendilik ve kendiliğindenlik.. Bu üç katmanı bir araya getirip üzerine düşünmemize imkan veren bir film / belgesel, Bal Ülkesi.. Hatice’nin kendisini tanımıyoruz ama görünen halinde bir “kendi” var.. İlk soru; Hatice nasıl kendi olabildi ya da kalabildi?
Hangimiz “kendi” değildi ki en başta? Ama bu yetmiyor, bir kolektif gerekiyor her “kendi”nin bir “kendilik” yaratabilmesi için.. Bireyin ancak toplum içinde birey olabilmesi gibi.. İkinci soru; Hatice’nin kolektifi nasıl tarif edilebilir? Nelerden oluşuyor bu kolektif? Esen rüzgâr, vızıldayan arılar, uzun yollar..? Şaşmaz bir sonucudur sevgi, her kendiliğin.. Yani bizim buradan bakınca gördüklerimizden farklı olmalı, Hatice’nin yaşadıkları.. Örneğin yoksulluk ya da mecburiyet değil yalnızca, aynı zamanda yeterlik.. Saygı değil sadece, pek tanımadığımız ya da unuttuğumuz bir şefkat de.. Anneye sadakat değil de, belki yaşama sevinci.. Salt keder ve yalnızlık değil, kutlama ve tercih de..
Tasarımı bunun karşısına koymuyorum.. Çünkü tasarımın bile kendiliğinden bir formu mümkün olabiliyor.. Çünkü etik yaşamın incelikleri karşıtlıkta değil, farkta belirginleşiyor.. Öyleyse, üçüncü soru; Hatice’nin komşusunda, o çok çocuklu ailede, en iyi bildiğimiz tasarı nedir? Bildiklerimiz, hangi duygularda temsil buluyor? O aileden bir çocuk, neden ve neyden kaçıyor da, Hatice’nin dünyasına yakınlaşıyor, orada ne buluyor?
Yapımı da başka bir kendiliğindenlik örneği olan bu film / belgesel üzerinden düşünebileceğimiz çok değerli konular, bunlar etrafında sorabileceğimiz daha çok soru var.. Seçtiklerimi (ya da seçenleri) sizlerle de paylaşmak, sonra her zamanki gibi birlikte düşünmek için heyecanlıyım.. Dileyenlerle 18 Mayıs Çarşamba, saat 20.30’da, zoom üzerinden görüşmek üzere..
(Bu çalışma tamamlandı.. Fakat kayıtlar üzerinden dinlemeniz / izlemeniz mümkün.. Eğer kayıtlara erişmek isterseniz, şu kısa formu doldurmanızı rica ediyorum..)
Anaokulu Öğretmeni (2018 – Sara Colangelo)
Bir manzara, seyredebilir mi? Bir imaj, bakabilir mi? Bir film, görebilir mi? Evet, evet, evet.. Hatta daha ileri gidip şunu bile söyleyebiliriz: Öyle bir düzenlenişte bir film, doğrudan kendisi düşünebilir.. Evet, düşünen filmler vardır.. Bir mesaj verip geçmeyen, mutlu ya da mutsuz bir sonla bitmeyen, tamamlanmayan eserler.. Böylesi filmler “son”dan sonra da düşünmeye, var olmaya, eylemeye devam ederler.. Elbette bunun için uygun bir ruh-beden buldukları yerde, o iyi karşılaşmada..
Anaokulu Öğretmeni (The Kindergarten Teacher, 2018) benim için böyle bir film oldu.. Öncelikle, hep gündemimde olan bir çok konuyu capcanlı bir hikâye etrafında ele aldığını fark ettim.. Çocuk, çocukluk, eğitim, okul, aile, şiir, üstün yetenek, deha, sanat, dönüşüm, psikoloji, toplum, ahlak, iktidar, kaçış.. Bütün bunlar arasındaki ilişkinin etik politik bir kavrayışla kurgulanmış olması çok etkileyiciydi.. Fakat, bence her şeyin ötesinde, oldukça çarpıcı bir hikayeyi / olguyu aynı çarpıcılıkla öne çıkarıyordu film.. [Uyarı: Buradan sonrası spoiler içerir..] Doğrudan söyleyeceğim: Bu film, bir öğretmenin bir öğrencisine, bir yetişkinin bir çocuğa uyguladığı istismarı anlatıyordu.. Evet, tam olarak böyle.. Ama filme dair karşıma çıkan yorumlarda bambaşka şeyler ağırlık kazanıyordu.. Öğretmenin “çabası” alkışlanıyor, bir dehanın toplumda nasıl kaybolup gittiğine / gideceğine yanılıyor, çocuk ile öğretmen arasında şiir üzerinden varsayılan bir bağlantı güzelleniyordu, ve benzeri.. Anladım ki asıl mesele pek görülmüyordu, öncelikle vurgulanan, yorumlanan ve konuşulan şey “istismar” değildi.. İşte filmden yola çıkarak peşine düştüğüm soru kendini böylece gösterdi: Neden, nasıl oluyor da öncelikle ve daha çok bu istismar görülmüyor?
Bu soruya cevap verebilmek hiç de kolay değil.. Öncelikle ortada soru(n) olduğunu fark etmek, yani bir istismarı görüp tespit etmek gerekiyor.. Ancak o vakit sorularımızı sormaya başlayabiliriz: Peki öyleyse neden görülmüyor? Nasıl oluyor da istismar bir toplumda kendini saklıyor? Hangi anlayışlar, hangi temsiller, hangi normlar devreye giriyor da gözler bulanıyor, bakışlar başka yerlere kayıyor, akıllar karışıyor, duygular dalgalanıyor? En iyi ihtimalle nasıl ve neden “arada” kalıyoruz, netleşemiyoruz, dillendiremiyoruz?
Bu ve benzeri sorular etrafında çeşitli cevaplar, açıklamalar, yorumlayışlar getiriyorum.. Çokça çalıştığım, uzunca düşündüğüm konulardan damıtarak üç günlük bir atölye hazırladım.. Çocuk, yetişkin, eğitim ve aile ilişkisini “istismar” bağlamında yeniden yorumlayacağım ve sonra bu istismarın kolayca görülmemesinin nedenlerini soruşturacağım.. Bir “üstün yetenekli çocuk” ve onun karşısında “kıyıcı toplum” varsayımlarını sorgulamak için daha ziyade “aşkınlık” ve “içkinlik” kavramlarına başvuracağım.. Bu kavramların etik politik anlamını / değerini, yaşamın ya da sanatın aşkın ve içkin kavranışlarının nasıl farklı sonuçlar yarattığını göstereceğim.. Ve her zaman olduğu gibi, başka türlüsünün olanağına dair düşündüklerimi / hissettiklerimi paylaşıp türlü tartışmalara / sohbetlere zemin hazırlayacağım.. (ve sürprizi kaçmasın diye şimdiden söylemek istemediğim bazı detaylarda denemeler yapacağım..)
İşte böyle.. Filmi izleyenleri, sevenleri, neden sevdiğini bilen ya da bilmeyenleri, yukarıda söylediklerime katılan ya da katılmayanları, ama daha önemlisi bunları vesile bilip insana, topluma, yaşama ve sanata dair temel konular etrafında düşünmek, farklı “okumalarla” karşılaşmak ve dostça sohbet etmek isteyenleri beklerim, memnun olurum..
24-25-26 Mart’ta, saat 20.30-22.30 arasında zoom üzerinden buluşacağız..
(Bu çalışma tamamlandı.. Fakat kayıtlar üzerinden dinlemeniz / izlemeniz mümkün.. Eğer kayıtlara erişmek isterseniz, şu kısa formu doldurmanızı rica ediyorum..)