“Hainler olmalıyız, sadakatsizliği adet edinmeli ve her zaman ideallerimizi terk etmeliyiz.”
Nietzsche’ye ait bu sözler. Ne demek istiyor peki ? Aslında “çok ahlak dışı” ama son derece etik bir yere davet ediyor bizi. Basitçe şöyle düşünebiliriz: Eğer bir terk etme durumu kriz yaratıyorsa, bir ayrılık kriz olarak yaşanıyorsa, orada ahlak ağır basıyordur. Çünkü ahlak bizden sadakat ister, sorumluluk ister. İdealler yaratmamazı, onlara koşulsuz bağlılık sunmamızı ve yüklerimizi hep taşımamızı ister. İstemeye istemeye de olsa “kalmamızı”, sadakat göstermemizi öğütler.
Öğütlemekle de kalmaz, buna bizi şartlandırır, zorlar. Kökleştirici düzenekleri vardır ahlakın, sabitleyici saygınlık tuzakları vardır. Durdurucu, kapatıcı, katılaştırıcı, tekleştirici idealleri vardır. Bizi “güçsüzleştirirek” çalışır bu düzenekler, zihinleri bulandırırak, kalpleri korkutarak çalışır. Böylece tutmaya, tutunmaya, kalmaya, sahip ya da ait olmaya, elimizdekini korumaya daha bir müsait oluruz.
İşte bu yüzden, genelde ahlak düzleminde yaşadığımız için, terk edişler bir kriz yaratır. Yaşamın içinde kendiliğinden dönüşümler bile bir terk etme / edilme “travmasıyla” gerçekleşir. Hatta öyle ki, bir şehirden başka bir şehre taşınan arkadaşımıza bile, bazen şakayla da olsa “bizi terk etti” diyebiliyor, geri planda onu yargılayabiliyoruz. Hal böyleyken, bir de ideolojik terk edişlerin, manevi dönüşümlerin nasıl bir günah olduğunu düşünün.
Romantik ilişkilerimizde de durum aynısı. Olası bir ayrılık sürecinin imgelerini / duygularını düşünün; buralarda genelde bir yıkım halini, en hafifiyle bir melankoliyi görüyoruz. Biri diğerini “bırakıyordur”, bu bir suçtur, günahtır. Oysa ayrılık da gerekebilir, hatta kutlanabilir. Sahi, siz hiç ayrılığı kutladınız mı ya da ayrılığın kutlandığına tanık oldunuz mu? Örneğin bu temada bir film hatırlıyor musunuz?
Terk etme / ayrılık, öncelikle bir boşluk yaratma hamlesidir. Dönüşüme alan açmak anlamına gelir; bir yerde kalpleri temizlemek, bir yerde zihinleri tazelemektir. Dışarıdan görünen bu hareket, içimizdekinin ifadesidir. Her koşulda içimizde bir çokluk vardır; özgüçler çokluğu, bireylikler, yetenekler, ilgiler, eğilimler, cinsiyetler, tutkular, hayaller çokluğu.
Etik yaşamda biz, bu çokluğu dehşet verici bir kaos olarak deneyimlemeyiz, bilakis onu olumlarız. Bu çokluk, bizim kudretimizdir, zenginliğimizdir, bir özgürlük alanıdır. İşte burada, özgüçlerimizle buluştukça, müthiş bir süreç, heyecanlı bir yolculuk başlıyor. Şimdi bütün duyularımla, hayatın içindeyim. İnancımı isteyenler dünde kalıyor. Şimdi özgür gözlerle, her şey hep yeni görünüyor.
Kendi içinde çokluk taşıdığını fark eden, bunu olumlayan ve o çokluğu yaşatanlar, mevcut kendisine muhalif bütün diğer öz sesleri susturmazlar. Onları uzlaştırıp tek, bütünleşik, büyük bir güç olmayı istemezler. Bilakis vakti geldiğinde kendini yıkabilmeyi, çözülmeyi isterler. Bir bireyliği, değeri, insanı, bilgiyi, mekânı vs. terk edip bir diğerine doğru yola çıkabilmeyi isterler. Zira bütün bireyliklerimle bir arada, bir çokluk olarak yaşayabilmek demek, onlar arasındaki gezintilerimin sonsuzca bir akış içinde devam etmesi demek.
Kısacası terk etmek, etik bir yaşamın temellerinden biri. Bütün terk edişlerde, bir sürü şeyi terk ediyorum; ama kendimi / benliğimi terk etmiyorum. Bir sürü şeye ihanet ediyorum; ama “istemime”, dönüşümlerime, yaşamın sırrına, kendime ihanet etmiyorum. Öyleyse vakti geldiğinde terk etmek varoluşun gereksiz ya da mantıksız bir unsuru değildir. Bilakis, varoluşun önemli bir aşamasıdır, başlangıçtır.
***
İnsanın değerli ya da gerekli kabul ettiği her şeyi sorguya çeker, değerlerin hep yeniden bir değerlendirmesini yapar Nietzsche. Böyle bir akışın içinde söyletir bu sözleri Zerdüşt’e. Dağlardan birinin görünen uçlarından biri.
Bu süreğen inceleme, nevrotik bir davranış olmadığı gibi, etik politik bir değer taşır. İçinde yaşadığımız şu dünyaya gözlerimizi kaçırmadan bakabilmek. Gördüğümüzü çarpıtmadan, olanı, olduğumuz hali görebilmek. Kendimizi, dünyadan soyutlayarak değil bilakis yaşamın tam içine koyarak anlayabilmek. Kendimize ve her şeye büyük hayatın içinden bakarak, hatta oradan geçerek yakınlaşabilmek.
Bunun için evden biraz çıkmak, gücümüz ölçüsünde yollara düşmek gerekiyor. Kanaatlerle ve bilgilerle dolu zihinlerimizi biraz sadeleştirmek, gerçek bir temasa alan açmak gerekiyor. Geçmişe ya da geleceğe ait otoritelerden, bugüne ve şimdiye hükmeden şeylerden biraz arınmak gerekiyor. Zihinleri uyandırmak, berrak ve esnek hale getirmek için, önce onun canlı, dikkatli ve taze özünü kavramak gerekiyor. Kalplerimizi cesaretlendirmek için, kudretlerimizi hatırlamak gerekiyor.
Hepsi de bilinene bakabilmekle, bilinenden kurtulmakla mümkün. O yüzden bir terk ediş, bir ayrılık.
İşte 12 haftalık bu çalışmanın niyetlerinden biri bu. Bakabilmeye, kendimizi ve her şeyi yeniden incelemeye, böylece gücümüz ölçüsünde yenilenmeye gönüllü olanlarla bir araya gelmek, birlikte bir yol yürümek. Olası dönüşümleri daha şiddetsiz, daha şefkatli yaşayabilmek için. Hatta öyle bir yoğunluk halinde, kutlayabilmek için dönüşümleri, göçebe hallerimizi.